Siyah-beyaz televizyonun karşısına geçtim.
Olan, okuma yazması olmayan annemin bizlerden duyduğu devrim değildi, ABD nin çocukları Türkiye'de kör topal giden demokrasiyede tahammül edememiş iktidara el koymuşlar. Zavallı uşak Evren konuşuyordu.
Sabah 07.oo civarıydı yanılmıyorsam.
Hazırlıklıydık buna o zamanlar. Çünkü provakatif bombalar patlıyor, faili meçhul cinayetler ülkenin her yerinde sahneye konuluyor.
Azizye Tabyası'nda olası aranma durumları için sakladığımız malzemeler geldi aklıma.
Dışarıda ikişer, üçer askerler geziniyor, sokağa çıkma yasağının ihlal edilmesini önlemek için ara ara siren sesleri ile halkta korku uyandırmaya çalışıyorlardı.
Her gün çocukların cıvıl cıvıl koştukları sokaklar bom boştu.
Erzurum'un bir başındaydım, diğer başından gelecek arkadaşlar vardı. Azizye tabyası toplanma noktamız ama onların oraya gelmesi çok zor olacaktı.
Bir süre askerlerin güzergahlarını gözlemledim.
Yaklaşık bir saati geçkin süre gözlemlerimde 15-20 dakikalık aralarla dağa süzülecek güzergahımı kafamda çizdim. Annemle vedalaşıp çıktım. 2 saat sonrası olmalıydı dağda Azizye tabyasına varmak üzereydim. Kentin sokaklarına göre daha özgürdü dağlar. bazen kuytuluk bir yer bulursam saklanıp geldiğim güzergahı gözetiyordum. Toplanma yerimize benden önce kimse varamazdı çünkü en yakın bendim oraya.
Öğleye doğru Tabya'sındaydım.

Toprağa gömdüğümüz malzemeleri çıkardım. Kontrol ettim. Üstümüze giyeceğimiz kalın giysiler, üstümüze örteceğimiz battaniye vs. hepsi naylon torbalarda koyduğumuz gibi duruyordu.
Zamanın geçmediği anlar olur ya. İşte öyle anlardı orada tek başıma arkadaşlardan gelecek olanları bekleme anları.
Akşam karanlığı çöktü çökecekti ki Tabya'nın arkasından bir kaç çıtırtı duydum.
Bir süre sessizliten sonra Fikret'in kuş ötüşünü duydum. İçimde bir ferahlık unutulmaz bir coşku ile gizlendiğim yerden çıktım.
Fikret'le kucaklaştık. Oturduk
Yiyecek olarak Fikret benden daha hazırlıklı gelmişti, yanına evde geceden kalma 2 bayat ekmek almıştı.
Su için 2 mataramız vardı. Tabya'dan biraz aşağı doğru göze vardı, oradan su doldurmak kolaydı, ama biraz daha havanın kararmasını beklemek lazımdı.
Fikret Gavurboğan'dan geliyordu. Erzurum'un diğer ucu sayılırdı.
Karskapıdan çıkıp, Tabya'nın arkasını dolanarak gelmiş. Oysa orada yol boyunca askeriye vardı. En az 10 km. yürüyüp oradan Tabya'ya doğru tırmanmış. tahmini 40 km yol yürümüş olmalıydı.
Fikrek görünüş olarak çok çelimsizdi ama inanılmaz bir kas gücüne sahipti.
İyi bir sporcuydu.
Dayanıklılık ve cesaret onda konaklardı sanki.
Korkunun, kararsızlığın zerresi yoktu.
Hava iyiden iyi karardı.
Sabahın sıcaklığı gitmiş yerine buz gibi bir sonbahar soğukluğu gelmişti.
Su için gözeye doğru inmeye karar verdik. Ben tek gitmenin doğru olacağını söyleyip su almaya gözeye indim.
İki mataramızıda doldurup yukarı çıktım.
Battaniyelere sarılıp birbirimize sokulup ne yapacağımızı konuştuk uzun uzun.
En az iki gün burada kalıp diğer arkadaşları bekleme konusunda anlaştık.
Geçmiş anıları anlatarak gece yarısına varmıştık Fikret battaniyeye başınıda sarıp uyumuştu ki uzaktan yine Fikret'in kuş sesi duyuldu gibime gelmişti. Fikret'i uyandırdım.
Nefesimizi tutmuştuk, ses yinelendi.
Fikret sesi tanıdı. Gelen Selçuktu.
Selçuk 04.oo gibiydi geldi.
Selçuk, Erzurum Adiliyesinin arkasında oturuyordu. Oradan Azizye Tabyasına gelmesi çok ama çok zordu. Ve o bu zorluğu 10 saat gibi bir sürede aşarak gelmişti.
O kadar çok devriyeden sıyrılmak gerçekten müthiş bir şeydi. Ve o bunu başarmıştı.
Üç kişi olmanın garip bir öz güven yüklemesi olmuştu bize.
Nöbetleşe uyumayı kararlaştırdık.
Selçuk'la Fikret uyudular.
13 eylül'ün ilk ışıkları arkamızdan Erzurum'u aydınlatıyordu. Fikret uyandı.
Fikret'in ısıttığı battaniyeye ben sarılıp hemen uykuya geçmişim.
Uyandığımda Selçuk'la Fikret ısınma hareketleri yapıyordu.
Geceden kalan ekmeği suya bandırıp kahvaltımızı yaptık.
Kahvaltıda konuştuk, aşağıdan haber almalıydık.
Çünkü gelmesini beklediğimiz arkadaşlardan kimse gelmemişti henüz.
Toplanma yerimizin deşifre olması bizi 540 ın kucağına bırakırdı.
Buradan ayrılmalımıydık, yoksa bir gün daha beklemelimiydik? Tartışıyorduk.
Durduğumuz yer Erzurum'u her yanı ile gören bir yükseklikteydi. O koca kutsal yerimiz, Erzurum'a bakan Azizye Tabyası'ndaydık.
Aşağıdan gelebilecek her şeyi görebilirdik.
Gündüz sorun yoktu.
Üçümüzde uzun mesafeleri koşar adımla kat edebilirdik, bu tür yürüyüşleri yarış temposunda çok denemiştik. En dayanıklımız Fikret'ti.
Gece oldu. Bizim eve gidip yiyecek ve bilgi almanın yanı sıra evde bulunan kitaplarımı da kurtarma konusunda hem fikir olduk.
Gece yarısı saat 01.oo civarında eve varmıştım.
Ev halkının hislerini burada anlatamam.
Kitaplarımı iki çuvala sığdırıp Gazi Ahmet Muhtar İlkokulu bahçesine ulaştırdım. Selçuk'la Fikret onları alıp Azizye Tabyası'na doğru yola koyuldular. Ben geri dönüp yiyecek bir şeyler hazırlıyordu annem. (Nurlar içinde uyusun gezi olaylarında İzmir'de ki evimizin balkonunda günlerce akşam olunca oğlumun zillerini çalardı. Görmek için tıklayabilirsiniz >>>)
Biber-patlıcan kızartması yapmış, peynir vs. aldım gecenin karanlığında sokaklardan süzülerek dağa vardım.
Dağda Selçuk ve Fikret beni bekliyordu.
Kitapları gömmek için yeri kazmışlar. Etraftan taş topladık iki çuval kitabı sabaha yakındı gömüp üzerini taşlarla kapattık. Sabah ilk ışıkları ile Azizye Tabyasın'daydık.
Önceki gün bulduğumuz mayısları (büyükbaş hayvan dışkısı) yakıp közünde ısınarak getirdiğim yiyecekleri mideye indirelim dedik.
Kuru otlarla küçük bir ocak yaktık soldaki en dip bölümde. Etrafına oturuduk. Sabah soğuklarıda etkiliydi hani...
Bir kaç gün önce Kars'da provakatör pkk faşitlerince kurulan bir pusuda öldürülen arkadaşımızdan konuştuk. Anısına saygı duruşunda bulunup, sonra soğumuş kızartmamızı yedik ve yine nöbetleşe uyuduk.
Öğle olmuştu.
Bizden başka kimse gelmemişti.
Üçüncü gündü, yerimizin güvenli olduğuna karar verip bir az daha kalmaya karar verdik.
Eylül ayının gündüzleri sıcak ama akşamları dondurucu soğuklarıyla beşinci günümüzdü.
Tarih 17 Eylül'dü yani, bir önceki gidişimizin rahatlığı ile tekrar gece eve gidip, yiyecek almaya karar verdik. Ama bu sefer dağ'dan eve tek inip üçümüzü riske etmeyecektik.
İndim.
Eve vardım yine geç saatlerdi.
10-15 dakka geçmiştiki kapı hızlı hızlı çalındı.
Annemin kim o demesiyle... "Aç poliis" dediler.
Kapıyı açtı annem, gürültüyle eve doldular, sayısını bilmiyorum ama çok kalabalıklardı.
Evi didik didik ettiler.
Beni aldılar üç minibüs dolusu gecenin karanlığında gözlerim bağlı götürdüler.
Tam 42 yıl önce.
18-20 yaşlarında hayatı oyun kurgusunda algılayıp yaşayan üç delikanlıydık.
Ve sözüm ona biz anayasayı kaldırıp, devleti yıkacaktık öylemi?
Türkiye'nin bir çok yerinde provakatörler hariç, hepimiz hemen hemen aynıydık. Ne yapacağını bilmediği gibi yapacak bir şeyide olmayanlar...!
Oysa darbeciler bizi suçladıkları suçu işlemişlerdi.
Anaysayı ortadan kaldırmışlardı.
Asıl suçlu onlardı.
Ama işte ne hazin ki kendi işledikleri suçlarla bizi yargıladılar.
Bu gün Türkiye'nin geldiği noktaya o günlerden döşenen taşlarda yürünerek gelindi.
12 Eylül, Türkiye'nin 10 yıl önce olduğu gibi en verimli ve idealist insanlarını, gençlerini, aydınlarını ezdi geçti.
Türkiye'nin karanlıklara gömülmesini 1970 denemiş ve 12 Eylül 1980 Faşist Darbesi ile başarmış olup, 42 yılda geldiğimiz nokta burasıdır. İşsizlik, yokluk-yoksulluk, ve göbeğimizden uluslar arası tekellere, tröstlere bağlanmış olmak.
Baskı ve umutsuzluk gençliğe nefes aldırmıyor... Gençliğin yarınlar için bir umudu yok. Cahillik cehaletin gürültüleri ile saltanat kurmuş.
Yalan kudurmuş.
Kuşkusuz yenilecekler bir zaman...
Hiç şüphe yok, yenilecekler...!