DEPREMDEN ETKİLENENLERE YAPILACAK YARDIMLARDA EŞİTLİK İLKESİ GÖZETİLMELİDİR
Bu depremler 11 ili kapsayan oldukça geniş bir alanı etkilemiştir. Depremden önce bölgede yaşayanların sayısının 13,5 milyonu aştığını söylemek ve ayrıca buralarda 1,7 milyonu aşan göçmen ve mülteci olduğuna işaret etmek depremden etkilenenlerin sayısal büyüklüğünü anlamak açısından yeterli olabilir. Elbette yaşanan insani trajedilerin her biri sayıların ve hatta kelimelerin anlatamayacağı bir duruma işaret ediyor. Bölgeden dönen meslektaşlarımızın gözlemleri; depremlerden etkilenen şehirlerin pek çoğunun, harabe olmanın yanında boşalmış halde olduğu gerçekliğiyle de yüzleşmemiz gerektiğini gösteriyor. Göz göre göre gelen deprem felaketinin, önümüzdeki dönemde öngörülebilir ve öngörülemeyen pek çok etkisinin olacağı aşikardır. Özellikle kış şartları ve deprem sonrası altyapı ve barınma imkanları ile kamu hizmetlerinin kısa sürede onarılamaz şekilde zarar görmesi; depremden etkilenenlerin yoğun bir şekilde yaşamlarını devam ettirebileceği başka illere göç ettiği, ilerleyen günlerde göç edenlerin sayının giderek artacağı ve göçün büyükşehirlere yoğunlaşacağını göstermektedir.
Yıkılmış ve/veya yaşama olanağı kalmamış kentlerden, bazen yakınlarını da toprak altında bırakarak, İzmir’e beklemedikleri bir yolculuğa çıkanların arasında kaçınılmaz olarak göçmen ve mülteciler de bulunuyor. Bu kişilerin toplumun en dezavantajlı kesimleri arasında yer aldıkları gerçeği açıktır. Deprem felaketini ve felaketin sonuçlarını birlikte göğüsledikleri insanların, yaşadıkları zorlukları daha zor koşullarda paylaşmalarının yanında ırkçılığın, yabancı düşmanlığının ve ayrımcılığın da hedefi haline gelebilmektedirler; dahası hedef gösteriliyor durumuna düşmeleridir. Göçmen ve mülteciler, depremin kendilerini ittiği yeni bir zorla yerinden edilme deneyimini; çok daha zorlu koşullarda ve belirsizlik içerisinde yaşamak zorunda bırakılmaktadırlar.
Yıkılan şehirlerin inşası için en iyi ihtimalle yıl ya da yıllardan bahsediliyorken, Göç İdaresi Genel Başkanlığının deprem bölgelerinde kayıtlı göçmenlere tanıdığı başka şehirlere gitme olanağı, önce 90 sonra 60 günle sınırlandırılmakta; bitiş süresi sonunda kayıtlı oldukları illere dönüş sağlamaları beklenmektedir. Yine deprem bölgesinde yer alan iller bazında bir ayrıştırmaya gidilip bir grup il için öncesinde izin almaksızın bu sınırlı süreli çıkış mümkünken; diğer iller için deprem bölgesini terk etmeden önce izin sistemi getirilmiş olup bu uygulamanın hangi kriterlere göre belirlendiği ve yürütüleceği halen açıklanmamıştır. Yine mülteci ve göçmenlerin gittikleri illerde kamu kurum ve kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin depremzedelere sağladığı barınma hizmetlerinden faydalanamayacağı açıklanmıştır.
Deprem bölgelerindeki yaşam koşullarının çetinliği, özellikle bazı şehirlerde şimdi ve yakın gelecekte yaşam koşullarının düzelmeyeceği düşünüldüğünde mülteci ve göçmenlerin bu şehirlerde yaşamaya devam etmesi yahut bu şehirlerden ayrılanların 2 ay gibi kısa bir süre sonra bu şehirlere dönmesi açık suretle beklenemez. Kaldı ki, mülteci ve göçmenlerin yeni geldikleri şehirlerde, yaşama tutunma çabaları böyle bir belirsizlikle ve hak ve hizmetlerden yararlanma bakımından getirilen engellerle daha da zora sokulmaktadır. Diğer yandan zaten kamusal yardımlardan yararlanmaları daha depremin ilk gününden itibaren engellenmiş olup bu tutum hala devam etmektedir. Merkezi düzeydeki tutumun, yerellerde de açıkça hemen hemen bütün kurumlar tarafından yeniden üretildiği görülmektedir. Tüm bunlardan dolayı, iyi niyetli ve sınırlı desteklere rağmen, oldukça zor durumdaki yoksullar, göçmen ve mülteciler, her türlü zorluğa ve imkansızlığa katlanmak durumunda bırakılıyorlar.
Bu durum bize ulusal ve uluslararası hukukun açıkça yasakladığı ayrımcılığın ve insani yardımın temel ilkelerinin önemini yeniden göstermekte ve altını çizmeyi gerekli kılmaktadır. Anayasamız ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafı olduğu uluslararası sözleşmeler, afet durumunda yapılacak yardımların eşitlik ilkesi çerçevesinde yapılmasını, yükümlülüğünü bütün kurum, kuruluş ve kişilere yüklemektedir. Milliyeti, etnik kökeni ve yasal statüsü ne olursa olsun her insanın temel hakları vardır ve bunlara riayet etmek en başta kamu kurum ve kuruluşlarının görevidir. Bunların ötesinde, felaketin sonuçlarını ancak birlikte göğüsleyebileceğimiz ve yaralarını birlikte sarabileceğimiz gerçeğinin önemini tekrar hatırlatmak istiyoruz. Ayırımcılık ve şiddet sarmalını tırmandırmanın kimseye faydası olmadığı gibi depremlerin açtığı yaraları sarmaya engel olduğu görülmelidir.
İzmir Barosu Başkanlığı